Salgınlar Çağı'nda Osman Elbek ve Cavit Işık Yavuz, Covid-19'un güncelliğini Çin’deki sert kapanma önlemlerini ve Türkiye’de gevşeyen pandemi uygulamalarını odağa alarak konuşuyor.
Osman Elbek: Merhabalar herkese!
Özdeş Özbay: Günaydın!
O.E.: Günaydın. Bu hafta Kayıhan, Dünya Sağlık Örgütü’nün bir toplantısında. 2 hafta sonra bu toplantı vasıtasıyla dünyanın sağlığını doğrudan ondan öğreneceğiz. Ben de Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı’ndan Doç. Dr. Cavit Işık Yavuz’u davet ettim. Kendisi aynı zamanda Çevre Bilim Dalı Başkanı. Kendisiyle hem pandemiyi hem ekolojiyi bu kapsamda konuşacağız.
Cavit Işık Yavuz: Davetiniz için çok teşekkür ederim.
O.E.: DSÖ’nün (Dünya Sağlık Örgütü) güncel verileri dün akşam geç saatlerde yayımlandı. Türkiye 13 Kasım’dan itibaren veri yayınlamıyor. Ne dersin, pandemiyi bitirdik mi? Artık rahata erdik mi?
Çin’de Covid-19 vakaları tekrar artışta
C.I.Y.: Politikacılara bakarsak çoktan bitti. Ama mevcut duruma baktığımızda ülkelerin test sayılarını düşürmelerine, test yaklaşımlarını değiştirmelerine rağmen hâlâ pandeminin devam ettiğini görüyoruz. Bazı haftalarda hafif artışlar olsa da, dünya genelinde son haftalarda bir azalma trendi var. Ama test sayıları azalmasına karşın hâlâ bütün dünyada haftalık olarak 2,5 milyon civarında vaka tespit ediliyor. Dünya genelinde 9-10 bin bandına yerleşmiş bir ölüm sayısı var. Dün akşam yayımlanan son raporda da özellikle Güneydoğu Asya’daki vaka sayılarında bir artış dikkat çekiyor. Hatta bundan bir süre önce Japonya’nın sağlık otoriteleri Japonya’nın 8. dalgaya girdiği değerlendirmesini yapmıştı. Özellikle Japonya ve Güney Kore’de bir yükseliş var. Amerika yine bildiğimiz gibi, orada yine haftalık 2000’in üstünde ölüm kaydediliyor. Çin ise dikkat çekici bir şekilde vaka sayıları açısından bir yükseliş içerisinde. Dün itibarıyla pandeminin başından bu yana Çin’de en çok vakanın görüldüğü rapor edildi, 30 binin üzerinde vaka görülmüş durumda. Çin’in birçok yönüyle de farklı uygulamaları var. Dolayısıyla dünyada pandemi hâlâ devam ediyor. Özellikle de Omikron varyantı baskın bir şekilde küresel çapta varlık gösteriyor. Omikron’un alt varyantları demek de tek başına yeterli gelmiyor çünkü Omikron’un 500 civarında alt varyantı tespit edilmiş durumda. Bunlar farklı ülkelerde, farklı şekillerde yükseliyorlar. Mesela BA5 alt varyantı şu anda dünya genelinde hâkim, yüzde 72’lik bir orana sahip. DSÖ Ekim’de Omikron alt varyantları için ayrı bir başlık açtı ve 6 farklı alt varyantı takip etmeye başladı. Acaba bu Omikron alt varyantları nasıl seyredecek ve dünya bu kışı nasıl geçirecek? Tabii bu kış Covid-19’un yanında başka sorunlar da var. İngiltere için bu yönde değerlendirmeler yapılmıştı. İngiltere sağlık sisteminin en zor kışına hazırlandığı yönünde yorumlar vardı. Covid-19’la beraber grip ve solunum yoluna etki eden diğer hastalıklardan da söz ediliyordu. Anlaşılan o ki, bu kış pandemi ek yüklerle devam edecek.
O.E.: Ama Türkiye’de durum sanki bütün bunlarla tezat içinde bulunuyor. Sağlık Bakanlığı verilerine göre Türkiye çok iyi durumda. 13 Kasım’da açıklanan son verileri dikkate alırsak, Covid-19’un Türkiye seyri günlük 2000 vaka ve 5 civarında ölümle karakterize ediliyor. Türkiye’nin durumu Almanya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın durumundan çok farklı gibi duruyor.
C.I.Y.: Türkiye özelinde önce söylememiz gereken salgının güncel durumunu tespit edemediğimiz, artık mişli geçmiş zamanlarla konuşuyoruz. “Ekim ayında böyle olmuş”, “Kasım böyle başlamış” ifadelerini kullanıyoruz. Ayrıca zaman içinde verilerin hem içeriği hem de yayınlanma sıklığı değişti. Veriler 30 Mayıs’tan itibaren haftalık yayınlanmaya başlandı ve Ekim’in sonundan itibaren de Sağlık Bakanlığı “2 haftalık yayınlamaya başlıyoruz” dedi. Artık test sayıları yayınlanmıyor, dolayısıyla ne kadar test yapıldığı ve bunların ne kadarı pozitif bulundu bilinmiyor. Çevremizde gözlediğimiz kadarıyla, insanlar artık hastalık belirtiler gösterse de eskisi gibi gidip test yaptırma davranışını benimsemiyor. Sağlık Bakanlığı’nın gecikmiş verileri de güncel durumu yansıtmıyor. Mevcut durumun çok az bir kısmını yansıtıyor. Düşük seyrediyoruz bu rakamlara göre ancak bu rakamlarda bile 14 günlük verilerde bir artış dikkatimizi çekiyor. 31 Ekim-13 Kasım arasındaki veriler önceki 14 güne göre vaka sayılarında yaklaşık yüzde 24-26 civarında bir artışa işaret ediyor. Ölüm sayılarımız 60-70 bandında sabitlendi, hatta yüzde 15’lik bir artış da var, yüzde 64’ten yüzde 73’e çıktı. Şunu unutmayalım: Mayıs ayında haftalık vakalar açıklanmaya başladığında haftalık ölüm sayımız 28’di yani 2 haftalık ölüm sayımız 39’du, dolayısıyla şimdi baktığımızda Mayıs’a göre ölümler düşük olmasına rağmen çok da parlak bir noktada değiliz diyebiliriz. Risk grupları da bu açıdan hâlâ önemli bir tehdit altında.
Sıfır vaka politikası ve halk sağlığı
O.E.: Çin’e dair vurgunu çok önemsiyorum. Geçtiğimiz hafta Pekin’de 3 ayrı ölüm gerçekleşti ve toplamda 5229 vefata ulaşılınca Çin tekrar alarma geçti. Çin’in rakamları çok çarpıcı. Çin’de her 1 milyon kişi içinde 4 kişi Covid-19’dan öldü. Amerika’da bu sayı 1 milyonda 3296. Başka bir deyişle Amerika’da vefat Çin’in 824 katı. Türkiye de Çin’in 296 katı. Çin eşi benzeri görülmemiş bir şekilde Covid-19’la savaşıyor. Çin’de çok yaygın bir test politikası uygulanıyor. Yurt dışından gelirseniz merkezi karantina yapıyor, sonra evde gözlem yapıyor. Yerel vakalar çıktığı zaman hızla kapanıyor. Çin geçtiğimiz hafta Şangay Disney’i kapattı, ziyaretçiler de Şangay Disney’in içinde kaldılar ve testler negatif olmadan çıkarılmadılar. Çin’in böyle bir halk sağlığı politikası var. Ama bir taraftan da madalyonun öteki yüzünü konuşmak lazım. Öteki yüzü de dün akşam sosyal medyaya yansıdı. Bir cep telefonu şirketi (Foxconn) işçilerini fabrikalarının içinde kapalı tuttu. 2 Kasım’dan sonra şirket dedi ki: “Bende semptomatik bir vaka yok, bu yüzden kapılarımı kapatıyorum, işçilerimi dışarıya göndermeyeceğim. Cep telefonlarının dünyadaki tedariği aksamasın diye kapalı bir üretim tesisiyle işçileri dışarıya göndermeden çalıştırmaya başladım.” 300 bin işçiden bahsediyoruz. Tabii ki fabrikadan kaçan işçiler de oldu. Şirket bunun karşısında “Bu hastalık ortamında kalanlara 4 katı ikramiye vereceğim, yeter ki kalın” dedi. Hatta “Eğer dönerseniz size 69 dolar prim, ek çalışma saatlerinize de 4 dolar ek ücret vereceğim, yeter ki şu telefon tedariki aksamasın” dendi. Bir kısım işçi geri döndü, dün akşam ise sözleşmelerinin değiştirildiğini ifade ederek bu sözü edilen ekonomik ek ödemeleri alamayacaklarını söyleyerek yürüyüşe başladılar. Baştan aşağı beyazlar giymiş insanlar ve polisler işçileri dövdü. Halk sağlığı politikası açısından bakarsak, ki Türkiye’de de bu kapalı üretim tesisleri hayata geçti (MÜSİAD’ın böyle bir raporu var), izole üretim tesislerinde çalışmaya devam etmek halk sağlığı açısından ne tür etkileri olacak bir politikadır?
C.I.Y.: Doğrusunu istersen bu, senin de söylediğin gibi önemli bir olgu. Çin’in salgın yönetim stratejisinin çok farklı yanları var. Mesela çok dikkat çekici bir şekilde o 30 bini aşkın günlük vakanın 27 bini belirtisiz. Yani belirtisizken bu kadar çok vakayı yakalayabilecek bir test yapım şekilleri var. Böylece daha belirtiler ortaya çıkmadan ve bulaştırıcılık artmadan bu kişileri karantinaya alarak bir şekilde bu enfeksiyon yayılımını kontrol altına alıyorlar. Baskılama stratejisi uyguluyorlar ve bunu oldukça da denetimli bir şekilde uyguladıklarını görüyoruz. Ama bu fabrika örneği bir salgın yönetiminin nasıl başka amaçlara hizmet edebileceğini, bir sosyal kontrol mekanizmasına dönüşebileceğini göstermesi açısından çok manidar. Salgınlarda toplumsal hareketliliği kısıtlamak gerekebilir, bu salgının seviyesine ve düzeyine göre değişir. Hatırlarsanız bir dönem birtakım kriterlerden bahsetmiştik, nüfus başına vaka sayısı belirli bir düzeyde olursa yüksek riskli yayılımı ifade eder, önlemler alınması gerekir demiştik. Çin sıfır vaka politikası nedeniyle riskli yayılım kriterlerini çok ama çok düşürmüş durumda. Toplumsal hareketliliği kısıtlama da kapanma diye adlandırılıyor. Fabrika işçilerinin kapatıldığı bir kapanmadan bahsediyoruz. Her ne kadar halk sağlığına faydaları olabilecek olsa da bu, üretimin kesintisiz devamını sağlayabilmek için gerçekleştirilmiş bir uygulama, üretim eksenli bir yaklaşım. Bu da dünyanın tedarik zincirinin salgının başında ne kadar etkilendiğini bize hatırlatıyor ve bu ekonomik etkilerin hâlâ devam ettiğini görüyoruz. Küresel kapitalizmin bu tip tehditlere artık tahammülünün kalmadığını, pandemide gördüğü hasarı onarabilmek için üretimi sürekli arttırmak yönünde deyim yerindeyse robotlaştırılmış üretim araçlarına ihtiyaç duyduğunu ve bu anlamda da işçileri bir tür makine gibi algılamaya başladığını gösteriyor.
Maske kullanımının gerekliliği
O.E.: Buradan Türkiye’ye de çok önemli bir ders çıkıyor. MÜSİAD, Çin’deki tedarik zincirlerinin aksamasının bir fırsat olduğunu vurgulayarak Türkiye’de de Çin’in üretimi aksattığı yerlerde biz aktif hâle gelebiliriz diye düşünülerek böyle izole üretim tesisleri projeleri geliştiriyor. Bu vesileyle bir de maske konusunda görüşlerini almak istiyorum. Öncelikle, huzurunuzda Ömer Bey’e çok teşekkür etmek istiyorum çünkü Ömer Bey Açık Radyo’nun doğum günü etkinliğinde maske takan nadir kişilerden biriydi. Israrla maske takmayı vurgulayarak, yaşamında da vurguladığı uygulayarak çok önemli bir rol modellik yaptı. Aslında 9 Kasım’da yayımlanan bir makaleden bahsetmek istiyorum. Çok iyi bir makale bu, çünkü Mart ile Haziran 2022 tarihleri arasında maske zorunluluğu kalkmış, 70 bölgedeki okulun öğrencileri, öğretmenleri ve personeliyle hâlen maske kullanma zorunluluğu bulunan 2 bölgenin okulundaki öğrenci, personel ve öğretmenlerin hastalık durumlarını Covid-19 açısından kıyaslıyor. Gördük ki bu araştırmanın sonucunda maske zorunluluğunun kalktığı okullarda personelde her 1000 kişi başına 81 tane ek vaka oluştu. Öğrenci açısından her 1000 kişide 40 tane ek vaka ortaya çıktı. Bunun anlamı şu, maskenin olmaması 12 bine yakın ek vaka oluşturdu ki her 5 kişiden 1’inin de uzun süre Covid-19 pozitif kaldığını düşünürsek, bu yaklaşık 2000’in üzerindeki insanın uzun süre Covid-19 pozitif kalması demek. Bunu tersten okursak öğretmenler ve personel başına oluşan her vakanın 10’un 4’ü maske kullanımıyla ilişkili. Yani eğer maske kullanımı devam etseydi her 10 vakadan 4’ünün olmayacağı ortaya konuldu. Bu yüzden maskenin önemi bir kere daha gündeme geldi ki bu araştırmada maske kullanan okullar da daha dezavantajlı okullardı, daha kapalı, ortamları daha sıkışık, kalabalık sınıflar vardı bu okullarda. Ve maskenin zorunlu olduğu okullarda da aşı oranları daha düşükmüş. Bu araştırmada 5-11 yaş aralığındaki çocukların yüzde 53’ü aşılıydı. Hem maskenin gerekliliği hem de 5-11 yaşın aşılanma oranları açısından neler söylemek istersin?
C.I.Y.: Bu çok önemli bir çalışma. Hem okullarda alınacak önlemlerin salgının yayılımına etkisini gösteren ve sahadan gelen verilerle yapılmış hem de okulların salgının yayılımına etkisini ortaya koyuyor. Okullar toplumsal hareketlilik açısından önemli bir odaklar. Öğrenciler doğrudan bu salgını yayıyor olmasa da toplumsal hareketliliğin merkezindeki yerler okullar. Öğrenciler virüsü ailelerine taşıyabiliyor ya da virüsü ailelerinden kapıp okula taşıyabiliyor. Böylece virüs daha hızlı yayılıyor. Bunu pandeminin değişik aşamalarında deneyimledik. Sözünü ettiğin o 12 bin ek vaka sayısı da aynı dönemde gerçekleşmiş. Bu, 15 haftalık dönem içerisinde bölgede tespit edilen vakaların yüzde 30’una karşılık geliyor. Yani o yüzde 30’luk vaka oranı maskeler kalkınca ortaya çıkmış. Bu çok çarpıcı bir tespit. Ama şunu unutmamak lazım: Pandemi önlemleri bir bütün, sadece maskeyle salgına karşı önlem alınamaz. Ortak kullanılan yüzeylerin temizliği, el hijyeni vesaire de çok önemli. Pandemi bağlamında hijyen de tekrar önem kazanacak gibi görünüyor. Öte yandan, havalandırmayı da sıkı tutmalı. Kalabalıkları da azaltmalı. Okullarda alınacak önlemler sadece maskeyle ilişkili değil. Dolayısıyla pandemi önlemlerini bir bütün olarak ele almak gerekiyor. Örneğin Türkiye’ye baktığımızda pandeminin üçüncü yılına doğru gidiyoruz, bu süre içerisinde kendi okullarımızda ne yaptık? Pandemi bitti diyelim ama solunum yolu hastalıkları, kapalı alan kirliliği devam edecek. Hâlâ daha devam ediyor. Okullarımızda havalandırmayla ilgili bir şey yaptık mı? Sınıf mevcutlarını azalttık mı? Yeni derslikler, dershaneler yaptık mı? Şu anda baktığımızda, pandemi döneminde okullarla ilgili hemen hemen hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. Bu da bizi özellikle yeni tehditlere, yeni enfeksiyon hastalıklarına, solunum yolu hastalıklarına ve yeni pandemilere karşı çok daha kırılgan hâle getiriyor. Sözünü ettiğimiz çalışma önemli, gerçek hayat verilerine dayanması açısından da önemli bir noktayı göz önüne çıkarıyor.
O.E.: Bu makaledeki ifadelerin aksine Türkiye’de 12 yaşın altındaki çocukların aşıya ulaşma haklarının olmaması çok büyük bir sağlık haksızlığına neden oluyor. Sona doğru yaklaşırken şunu da değinmeden geçmeyelim: Türkiye COP27 ulusal katkı beyanını açıkladı ve haklı olarak ekoloji örgütlerinden ciddi tepkiler aldı çünkü hâlâ karbondioksit emisyonunu arttırmaktan bahsediyor. Ne dersin, Türkiye bu anlamda yeni pandemilerinin önünü açıyor mu? Ekoloji bağlamında üstlendiği kirletici rol nedeniyle?
Ekolojik sistemlerin tahribatı pandemi riskini arttırıyor
C.I.Y.: Kesinlikle. Açıkçası bu kadar uzman programcı ve dinleyici karşısında dikkatli konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Ekolojik sistemlerin tahribatı pandemi riskimizi arttırıyor; yani ekosistemler tahrip edildikçe pandemi riski artıyor. Bunun da birkaç temeli nedeni var. Özellikle biyoçeşitlilik kaybı yeni pandemilere büyük bir yatkınlık yaratıyor çünkü yok olan canlı türlerinin yerini bizim istilacı türler dediğimiz türler alıyor ve bunlar yeni bakteri ve virüsleri taşıyarak getiriyorlar. Biz özellikle arazi kullanımı, ormansızlaşma gibi faktörlerle yaban yaşamı tehdit ediyoruz, onlarla temasımızı arttırıyoruz ve oradan yeni mikroorganizmalarla temas riskini arttırmış oluyoruz. Bunun üstüne küresel ticaret ve seyahat ağlarını da eklediğimizde, bir yerde çıkan bir etkenin rahatlıkla bütün dünyaya hızla yayılabileceği bir zemin oluşturmuş olduğumuzu söyleyebiliriz. O nedenle de ekosistem tahribatı bizi yeni pandemilere duyarlı hâle getiriyor. İklim değişikliğinin, değişken sıcaklıkların da mikroorganizmaların yaşam döngüsünü değiştirdiğini unutmayalım. Örneğin farklı mekanizmalar dahilinde deniz suyu sıcaklıklarının artması kolera salgınlarına yatkın bir ortam oluşturuyor. Şimdi Türkiye’ye gelirsek, bu COP örneğini ben bir ürüne zam yapıp sonra o zam üzerinden “İndirim var” demeye benzetiyorum. Şu andaki hâlimiz buna benziyor, yani hem pik yılımızı 2038’e çekmişiz hem de baktığınız zaman yüksek bir emisyon üzerinden “Ben yüksek indirim yapıyorum” diyoruz. Yani 100 liralık mala 160 lira fiyat koymuşsunuz ve diyorsunuz ki “Ben yüzde 40 indirim yaptım”, yaptınız da ne oldu? 120 lira oldu. Yakın dönemde önemli bir rapor yayımlandı, Dünya Ekonomik Forumu’nun Yale Üniversitesi’yle birlikte 2002 yılından bu yana hazırladığı “Çevresel Performans İndeksi” diye bir indeks var. 3 başlıkta 40 gösterge üzerinden hesaplanıyor. Bunlar, özellikle iklim değişikliği ve ekolojik ekosistemlerin yaşanabilirliği ve çevre sağlığı üzerine indikatörler. Bu indekste 180 ülke listelenmiş. Türkiye’nin kaçıncı sırada olduğunu tahmin etseniz desem bir tahmin yürütebilir misiniz? Sizce bu 180 ülke içerisinde Türkiye çevresel performans açısından kaçıncı sıradadır?
Ömer Madra: 170.
C.I.Y.: Çok doğru bir tahmin yaptınız, 172. sırada Türkiye. Sonuncuyu tahmin edebilen var mı, dünyada sonuncu ülke kim olabilir? Sizce bu performans listesinde en kötü performansı gösteren ülke hangisi?
Ö.M.: ABD.
O.E.: Çin.
C.I.Y.: Hayır, 180. sırada Hindistan var. Türkiye’nin geçen yıl yaşadığı müsilaj örneği bu tip bir kirlilik içerisinde bulunuşunun bence en temel göstergesiydi. Çevresel ve ekosistem performansı açısından Türkiye’nin hâli ortada Özellikle iklim değişikliğiyle ilgili taahhütleri çok belirsiz. Ayrıca Türkiye’de ormanların kaybı, madencilik faaliyetlerindeki bozukluklar, kömürlü termik santrallerin durumu gibi çok ciddi sorunlar da masada. Kentlerimiz çevre sağlığı açısından, hava kirliliği ölçeğinde bakarsak, yaşanmaz hâlde.
Ö.M.: Ben bir tek şey ilave etmek istiyorum: Yakınlarda İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg’in editörlüğünü yaptığı çok kapsamlı bir kitap (İklim Kitabı) yayımlandı. Bu kitabın içerisinde dünyanın en önemli sorunu olan küresel iklim değişikliğinin sağlıkla ilişkisini ortaya koyan bir bölüm de var. Oradan izninizle 1-2 cümle aktarmak istiyorum. Greta Thunberg’in bu kitabın 132. sayfasında kısa bir yazısı var. Bütün bölümler onun yazılarıyla başlıyor. “Dünyanın ateşi çıktı” başlıklı makalesinde doğanın yıkımının yeni ve potansiyel olarak çok daha ölümcül pandemilere yol açabilecek bir yıkım olduğu belirtiliyor. 2020’deki pandemi patlamasından sonra bilim dünyası bunu zaten açıkça ortaya koydu, ama bilim insanları dışında pek kimsenin uğraşmadığı da söyleniyor. Hatta DSÖ’nün 2021 Şubat’ındaki sağlık acil durum programında açıkladığı üzere, “Çocuklarımız ödeyecek bunun bedelini, bütün bedeli ödeyecekler” diyebiliriz DSÖ’nün sağlık acil durum direktörlerinden birisi, sıcak havalara bağlı ölümlerin yüzde 37’sinin iklim değişikliğinden olduğunu, her yıl 10 milyon kadar insanın hava kirliliğinden hayatını kaybettiğini ve gezegen ısınmaya devam ettiği sürece milyarlarca insanın tehdit altında kalmaya devam edeceğini söylüyor. Önlem alınmamasını ise büyüme, kalkınma ve benzeri amaçların öncelenmesine bağlıyor.
O.E.: Bu yüzden programın adını Salgınlar Çağı koymuştuk. Covid-19 pandemisi bu çağın belki de ilk salgını. Sevgili Cavit, geldiğin için çok teşekkür ederim!
C.I.Y.: Ben teşekkür ederim! Ben de sizlerle birlikte olmaktan çok keyif aldım. Programı da düzenli olarak dinliyorum ve çok şey öğreniyorum. Ellerinize sağlık. Açık Radyo’ya da çok teşekkürler.
Ö.Ö.: Teşekkür ederiz! Görüşmek üzere.
Ö.M.: Görüşmek üzere, sağ olun!